BİR ÇENTİK AT TARİHE-5

Beşinci "çentik"e geldik. Gazete sütunlarını zorlayarak tarihin iç koridorlarından geçip tarihi gündemi bugüne bakan yüzüyle güncellemenin girizgahını sağlamlamaya çalışıyor çentikler. Gazellerin girizgah bölümleri olur; konuya girmeden önceki hazırlık safhası… Bundan mülhem, teğet değil, dairevi bir fikir iletimi var çentiklerin. Türklerin meşhur "hilal" taktiği gibi de düşünebiliriz bunu. Ordu, hilal şeklinde geri çekilir gibi yapıp düşmanı hilalin ortasında biriktirir ve hareketsiz kılar. Türkler bu tekniği kurtların avlanma tarzına bakarak geliştirmiştir. Düşünce ordusunu da hemen meydana salmamak gerekir. Ortak zemin üzerinde geriye doğru esneyerek, zıt düşünce akıncılarını çembere almak ve sonra atağa geçmek gerekir.

Yaratılmış nefesler sayısıncadır düşünce türleri. Kimi hedefe kilitli küheylan, kimi Kur'an'ın ifadesiyle ipini koparmış yaban eşekleri/ zebralar gibi… İnsan türünün, ellerini kullanmaktan, başını kullanmaya geçisinin de sancılı bir tarihi var. Keşke yalnız elini kullanmaya devam etseydi dedirtecek azgın düşüncelere sapmış, saplanmış ve tarih kameralarıyla saptanmış kakışmaları da olmuş bir kısım insan topluluklarının...

Söz başından beri, "Tez"le "Düş" kavramını özdeşleştirip "düşsüz millet, tezsiz millettir" derken, konuyu akademik alandan, ruhi bir plana aktaran öncü ruhlara tabiyetimizi de zımnen ifade etmiş oluyoruz. "Bazıları gördüğüne inanır, bazıları inandığını görür" diyor dikey bilgilenme uzmanları. Tarihe yeryüzünden baktığımız gibi, gökyüzünden ve yeraltından bakmayı da gündemde tutabilmeli insan bütünü. Beş duyu ötesi görüş alanlarının, iç kazılarla ortaya çıkabildiği bilgisi derin hafızalarımızda mevcut. Öyleyse; "inandığını gören" insan modelinin destan kahramanı olmaktan çıkıp hayata yürüdüğü bir insanlık dönemecini düşlemek, bir fizik kuramı geliştirmek kadar gerçekle bağlantılı görülmeli.

Bunun içindir ki insanlığın peygamber eksenli sancılı tarihini gündemde tutmamız gerekiyor. Peygamberlerin ve onları destekleyen töreye yatkın insan modellerinin tarihe dahil olma süreçleri, bizim için önemli. Peygamber gelmişse, mazlumun avazı göklere ulaşmış demektir. Peygamber geldiyse, kayan, kaybolan İlâhi manaların yerine oturması gerekiyor demektir. Peygamber olmadığı halde "Beni İsrail'in peygamberi gibidir" iltifatına mazhar olmuş topluluklar da bunun için vardır. Buna göre, zulmü ve haksızlığı yayanlar bir kavim edince, adalet ve merhameti tesis eden peygamberler de alternatif bir kavim olarak var edilmişlerdir.

 

DUALARLA ÇAĞRILMIŞ MİLLET...

Zulmün rahmete döndüğü her insanlık sahnesinde mutlaka Türklüğün izleri vardır. Çünkü Türk milletinin damarlarında zulme meyil kuvvesi yoktur. Bu vasıf, Türk'ün tarihini peygamberliğin coğrafyasına ve tarihine iliştirmiştir. Lakin bu mesnetli hakikat, her nasıl olmuşsa dünya tarih literatüründe ete kemiğe bürünmeyi başaramamıştır. Bugün Urfa Göbeklitepe balbalını da hesaba katarak Türklüğün en az 15 bin yıllık geçmişinden belgeler eşliğinde konuşabiliyoruz. Lakin üzerinden 124 bin peygamber geçmiş dünya toprağında Türk kavimlerinden hiç mi peygamber çıkmadı konusunu konuşamıyoruz. Halbuki, "Andolsun ki Biz her ümmete "Allâh'a kulluk edin ve putlara tapmaktan uzaklaşın" diyen bir rasul gönderdik…" (16/36) buyruluyor. O halde, "Türk" denilen topluluğa gönderilen peygamberlerin adı dünya tarihi içinde niye anılmıyor'u konuşmak gerekiyor. Kendilerini Anadolu'nun kadim efendisi gören azınlık haklarını dünya platformunda masaya yatırıyoruz da bozkırlardan getirip nerdeyse tarih dışına ittiğimiz coğrafyasız Türk'ün vatanlaştırdığı topraklardaki nebevi bereketi doya doya zikretmek gerekiyor.

 

TARİH GÜZELLERİN GEÇTİĞİ KÖPRÜ...

Sahabe ve Tabiun ve onlardan sonraki hayırlı kimseler, kendilerinden öncekilerin tarihini öğrenirlerdi; bunu biliyoruz. Zira tarih şer'i ilimlerin temellerinden biri olarak görülürdü. Devrinde tarih ilmini İmam Şafii'den daha iyi kimsenin bilmediği söyleniyor. İmam Buhari, sahih hadis-i şerifleri topladığı kitabına Et-Târihül-Kebir diyor. Büyük imamlar, Kuran ve Sünnet'ten sonra en fazla itibar edilmesi gereken bilginin, geçmişin bilgisi olduğunu kabul etmiş. Niye? Çünkü tarihi, güzel halli kimselerin hallerine ve yaşayışlarına ulaşmak için ciddi arzu uyandıran bir vasıta olarak görmüşler.

Şimdi, tarihi, şer'i ilimlerin temellerinden biri olarak gören bu köklü bakış açısı, Kur'ani bir okuyuşun neticesidir. Kur'an, insanlık tarihini peygamber kıssaları merkezli anlatırken onlara "ya eyyühen-nebiyyû"/ ey peygamberler ailesi diye hitap ederek aralarındaki akrabalık zincirine atıfta bulunur. Lakin Türklüğün, Kur'an'ın anlattığı peygamber-merkezli tarihle sarih şekilde bağlantısı kurulmamıştır. Halbuki Türklüğün "töre"sindeki her kavramın, peygamberlik umdeleri ile sıkı irtibatı vardır.

Meselenin ana açmazlarından birini dil probleminin oluşturduğunu söylemek mümkün. Milletleri köksüzleştirmek için, dil ve din/töre bağını zayıflatmak her zaman en tesirli taktik olmuştur. Dil ve din kavramları arasındaki kabuk-öz ilişkisi, iki ayrı şeyden bahsediyormuş fikrini de desteksiz bırakmaktadır. Mesela "şaman" kelimesinin dini literatürdeki karşılığı "hanif"tir. Yani ilahi özle irtibatını koruyarak dünyevi/aşağı ve geçici olana itibar etmeyen bir akıl ve ruh istikametini ifade eder. Buna göre, Radloff kaynaklı "Şaman-Türk" dini kimliği çerçevesinde, yüzyıldır dayatılmaya çalışılan pagan dialektiğin aksine, Rabbani bir ilkeler zincirine bağlılığı anlamamız gerekir. Keza "gök" kelimesi "gögermek" filinde de takip edilebildiği gibi yaygın anlamlarından biri "ulu" demektir. Bundandır ki Türkler Ulu Tanrı'nın çocukları olarak anılmıştır yüzyıl öncesine kadar...

 

TÜRKOLOJİK KODLAR/PUTLAR YIKILIYOR...

2000'li yıllarda resmiyete intikal ederek "Türkoloji" denilen alan bilgilerini altüst eden bir literatür kırılımı ile karşı karşıya kaldık. 40 küsur Türk lehçesini ana dili olarak okuyan bir dil bilgini, doğru bildiğimiz isim ve kavram putlarını bir bir deviriyordu. Gök-Türk diye bir Türk devleti olmadığını, doğru telaffuzun "Ökük Türük" olduğunu söylüyordu. Ökük, "Rabbani" demekti. Türkler, Hz. Âdem'e Ulu Han Ata, Hz. Havva'ya Ulu Ay Ana derlerdi. Ulu Han Ata Bitigi diye bir de yazılı kitapları vardı -ki bu kitap bugün basılmış durumdadır- Yine Ötüken Yış/ Ötüken Ormanı olarak bildiğimiz kavram bir yer adı değil, Öt(ü)ken Yış, Merkezi Devlet anlamına gelmektedir. Altun Yış, Altay Devleti, Ökügimin Yış, Ural Devleti, Uçuguy Yış, Orta Türkistan demek olduğu gibi...

Türklerin kurduğu devletler, konfederasyonlar şeklindeki büyük yapılanmalardır ve en az 15 bin yıllık bir geçmişe sahiptir… Konu uzun ve tafsilatlıdır. Buna göre Cumhuriyetin ilk yıllarında kenarında dolaşılarak "Mısır- Sümer- Hitit- Roma- Vikink- Amerika… uygarlıklarının Türk boylarıyla bağlantıları" üzerine kurulmaya çalışılan tarih tezini de içine alarak 7-8 bin yıl gerilere uzanabilmektedir. O zaman için büyük bir açılım olarak görülen "Tarih Sümerlerle Başlar" tezi bile bir çok yönüyle illetli hale gelir. Zira tarih, Sümerlerden çok daha önce başladığını apaçık beyyinelerle tevsik etmeye girişmiştir.

Bu noktada yine dil-din bağlantısına atıf yapmak zarureti doğuyor. Mısır-Sümer vs uygarlıkların içinden geçmiş Türk kimliği, sanıldığı gibi pagan olmayıp aksine yaygın pagan kültürlerin kıskacından, hanif/ökük yapılanmaları saikiyle peygamber izlerine tutunarak sıyrılmayı başarmıştır. Buna göre, Sümer tabletlerinde geçen ibarelerle Kur'an ayetleri arasında bağlantılar kuran, "Bunlar İslam'dan önce de vardı" şeklindeki görüşler de,  El-İslam'ın Hz. Âdem'e dayanan kök metinlerine nisbetle, farkında olmadan Türklüğün peygamber-köklü tarihini tespitte kullanışlı malzemeler haline gelmiştir.

O zaman şöyle diyebiliriz: "Mısır- Sümer- Hitit- Roma- Vikink- Amerika… uygarlıklarının Türk boylarıyla bağlantılı olduğunu iddia eden tarih tezi, delillendirilebir bir tezdir. Lakin Türk'ü pagan anlamında "şaman" saydığı için illetlidir. Dolayısıyla Türk kimliğini bugüne taşıyacak kavramsal dilden mahrumdur.

Türk kimliğini "Ökük/ Rabbani" kavramıyla Hz. Âdem-merkezli olarak belgelendirmesine rağmen, Hz. Hâtemen-nebi ile nihai şeklini alan "İslam"a mesafeli duruşu sebebiyle diğer Türk kimliği görüşü de illetten hali değildir. Yine de Hz. Nuh eksenli Türklük okuyuşuna doğru geçiş yaptığımızda, bu tezin, konfedere siyasi birlik vurgusundan istifade etmek mümkün olmaktadır.

 

TARİHİN İKİNCİ PERDESİ…

Allâh, bütün elçilerine hayatı ona göre yorumlayacağı ve insanları ona davet edeceği bir iddia vermiştir. Allâh Teâlâ, sıfatlarına beden giydirerek halk ettiği eşref varlığın, bu çeşitlilikler gülistanından geçerek yeni bir idrak ile zatiyetinin birlik gülünü koklamasını istemiştir. Dünya denilen idraklerin kapandığı menzilde bunu gerçekleştirmek, ancak elçi ruhların öncülüğünde gerçekleşebilecektir. Aksi takdirde nisyan ve ünsiyetle malul "insan"ın, sıfatlara saplanıp kalması kaçınılmazdır.

"İlk rönesans, Nuh'un Gemisi'nde başlamıştır." diyordu Sezai Karakoç. Nuh'un Gemisi'ne binenler, gemiden inenler ve geminin nereye indiği, insanlık tarihi için hayati bir önem arzetmektedir. Eşyanın taşkınlığına karşı yek-vücut olan bu çekirdek kadrodan, yeni bir nesil türemiştir. İnsan, zamansızlıktan zamanın kıyısına çıkmıştır tufandan sonra. Peki kimdir bu suya direnen insanlar? Suya mukavemetli soylu ruhlar, bu soruları, iz'an ve imân kuvvetiyle nezahatli bir üslûp ile asırlara attıkları irfânî çentiklerle vuzuha kavuşturmuşlardır.

Şu sorunun cevabı, El-İnsan'ın rehberliğine tabi töre hatırlatıcıların saf ilkeleri doğrultusunda nizama kavuşmasını düşlediğimiz insani dünya tarihin doğru okunabilmesi için çok mühimdir. Mühimdir çünkü; hanif düş yorumcularının rüya tabirlerini beğenmeyen bir kısım dünyevi akıl ehli, kendi tekno-kabuslarını dünya üzerine püskürtme planlarının deneme sürümlerini hayatımıza çoktan kattılar.

Amin Maalouf, 2000'li yılların başında kendi "insanlık düşü"nü şöyle anlatıyordu:

"Önümüzdeki yıllarda insanlar arasında üzerinde iyi düşünülmüş olgun yeni bir tür dayanışma oluşabilecek mi? Hiç bir din karşıtı olmadan, insanın en az bedensel gereksinimleri kadar gerçek olan metafizik gereksinimlerine duyarsız kalmadan dinlerden bağımsız olunabilecek mi? Kültürel zenginliği ortadan kaldırmadan cemaatleri, etnik grupları aşabilecek bir dayanışma sağlanabilecek mi?" (Çivisi Çıkmış Dünya, 2009/146)

"Dinlerden bağımsız" yani Allâh'tan, Peygamber'den yani sorumluluk yükleyen her türlü müeyyideden bağımsız sanal dünya cennetinin gerçekleşmesi için dijital mehdiler itina ile çalışmakta ise, Habil-ruhlu âdemoğullarını, Nuh'un töreli torunlarını, son sözü söyleyecek Kantura oğullarını, Fâtıma Ali Hasan Hüseyin aşıklarını sahneye çağırmanın zamanı gelmiş demektir.

"Böylece Yusuf'u oraya yerleştirdik ve ona kimi olayların yorumunu da öğrettik. Allâh, takdir ettiğini yapandır. Ancak insanların çoğu bunu bilmezler." 12/21.

Musa'sını Firavun'un sarayına, İsa'sını hahamların tapınağına, Yusuf'unu küfrün kucağına yerleştiren Allâh Teâlâ, ölüden diri, diriden ölü çıkarmayı bilendir.

Vallâhu galibun alâ emrihi...

İnsanların çoğu bilmese de, Allah Taala bütün işler üzerinde yegâne tasarruf sahibidir.