12 Ocak 2021

​​Çayır çimende sazlı sözlü

O sabah kapı çalındığında daha şafak yeni gülümsüyordu. Saz âşığa niyazdır, oğlum dediğini duyunca düşünmüştüm. Ahşap ile telden niyaz mı olurdu? Lazımdır dedi; ilimsiz kelam, nefessiz kelam insansız zaman gibidir; hülasa saz işte dediği yerde âşık ile ilim, kelam, nefes ve sazın buluştuğu kahvede çayımızı yudumladık. Yahu bu yoksa şu hep dedikleri varoluş sancısı yahut mana kaybı dedikleri şeyin kayıp muhtevası mıydı, dedim kendime. Yerle gök arasında insan kendisini ilimsiz kelam ile kelam ise nefessiz saz ile mi uçurumun kenarına attı, dedim kendi kendime. Sözüm meclisten dışarı, ilimsiz ve nefessiz kelam çağında olmayı fark edince sazın tellerinde duyulan vatanın sesi şimdi hatıralarımda dedemin o çatlak ellerinden yeniden hayatıma ses verir oldu. İnsan kelamı ile var oluşuna bir dünya kurduğunda bunun mahiyetindeki ilim ve nefes değil midir varlığın rengi, diyerek yürüdüm çay yolunda. Neva’nın mütebessim masum gözlerindeki sadelik miydi yoksa o kelama ilim ve nefes; 9 yaşındaki bir durulukla.

Salına salına bir dolunay geldi o gece semaya. Kelamın bile sukut ettiği zamanlar… İşte o karanlık içinden aydınlık bir söz süzüldü aklımdan kalemime ve kelamıma. Kalem ile kelam bir harf değişimi ile varlık ve mahiyetin iki zuhuru. Tarihin iki kadim yoldaşı. Niyazın sazının teline vurdukça dedemin sözleri hayır ve ibadet arasında dolunayın ışığından yıkandım. İnsan ilkelerinin kulu oldukça anlar sazı, dedi. Ne dedi? Teller ve eller arasındaki ahenk midir? Yoksa ilkeler insanın kulu mu olmuştu. Hayrı yok eden ibadeti yorgunluk kılan şey varlığı çürüten bumu idi? Dedem tohum kışta toprağa düşerse çürür; hayır vermez, dedi. İnsanoğlu âlemin direği olsa da töresini kendileştirdikçe varlığının mahiyetine ihanet eder. Hakikatsizlik ve mana kaybının asıl belası bu mudur? Yoksa bu sözler moda olmuş, Tanzimat kompleksleriyle/travmalarıyla bezeli artislik bir varoluş edebiyatı mıdır? Dolunay Neva’nın yüzü gibi ama onun ışığında kirlenen ellerim mi yoksa niyetim miydi? Sazın ilkelerini bozarsan kelam ilimsiz, nefesiz kalırmış! Töresiz saz çalmak olur mu? Hayır, ibadet ve niyaz çöle düşer de susuz paklık davasında H2O derdinde dermansız kalır, diye düşündüm.

Pir Sultanım ne güzel söylemiş: Câhil olan söyler sözünü bilmez Meydana girince özünü bilmez.  Abdallar kelamına hû. Bilmek zamanın kült kavramı. Düşünürüm hep kendimle söyleşirim; bilmek ama kendini bilmek nicedir? Söylemek sözü bilmeden, özünü bilmeden cahil sıfatıymış. Bilgiç? İşte sazın töresini bozan bu hal midir? Neye münkirlik bu, neyin münafıklığı yahut gammazlık kime ne için? İnsanın kendisine töresizliği; meydanın cahil sözü ilimsiz ve nefessiz kelam. Sazın tellerinde kirlenen eller. Bilmemek görmemek midir? İnkâr, nifak ve fesat gözler hakikat meydanında kelamın da kalemin de töresine bilmezlik yaftası asanlar olmaya dedim kendime.

Ay devrederek gece gündüze dönerken kışlar yazları yazları kışları kovalamaya devam etti. Varlık kendi devrinde ya insan? İkrarını güdenler menziline kelamın nefesini ve ilmini sazın tellerinden âşıklık manası ile varlığın mana ve mahiyetinde iken sözünü ve özünü bilmezler cahilliğin meydanında hokkabazlığa devam eder diye göründü gönlüme. Niyaz dedi, âşıka nazdır… Neva’nın tebessümde kelamın nefesi, simasında dolunayın ışıklı niyazı. Çayın kenarındayım; o aktıkça ben yürüdükçe töremize mutabakat devranındayız. Keyfimizi töre edindikçe zamansız tohumlar gibi çürümek mukadder. Çürümek nefessiz, ilimsiz, kelamsız… Sonrası sazlar çalınır Çamlıca’nın bahçelerinde… Tanpınarca anlatmak ve Peyami Bey gibi söylemek lazım ki o hâli Mahur bir besteden dinleyip Fatih’ten Harbiye’ye yürümek kafidir sanki, dedim kendime.

Yaz gelince çayır çimen üstüne Armağan sunarlar dostlar dostuna