İbn Haldun Din-Milliyet ve Sahte Mehdiler
İbn Haldun Mukaddimesinin bir yerinde, dini davet asabiyete dayanmadan gerçekleşmez, şeklinde bir kabulle aşiretlere ve asabiyelere dayanarak, Allah’a davette, peygamberlerin hali böyleydi, yani bir asabe üzerinden/ssoyolojik bir kültürel kimliğe dini daveti ulaştırdılar, diyerek iddiasını temellendirir. Bu tabi daha sonra diğer milletlere de yayılmıştır misal Türkler arasında da bu yeni din kabul görmüştü. Ama bu durum dini bir millete özgüleştirmediği gibi milleti de din içerisinde yok eden bir keyfiyet değildir ki tarihi tecrübe de buna şahittir. Etkilenmeler, alış verişler ise kültürler arasında olduğu gibi din vesilesi ile de bu manada olagelmiştir. Burada vurguladığımız şey aralarında bir karşıtlık yahut dinin doğasından kaynaklanan bir red etme durumunun olmadığı hususudur.
İbn Haldun, Allah’ın
peygamberlerini teyit ettiğini bunun yanında ise her şeyi bir âdete göre icra
ettiğini söyleyerek bu konudaki düşüncesini kendi yönetimi içinde izah eder (İbn
Haldun, Mukaddime, Ter. Süleyman Uludağ, s. 379). Ona göre bu durum, umranda
vaki bir haldir. Yani dini davet asabiyeye dayanmaksızın bir neticeye varamaz,
sonucuna ulaşır. Bir de İbn Haldun bu meseleyi ele alırken, bu yolda hareket
ettiğini yani dini davette bulunduğunu iddia eden din şarlatanlarına karşı da fikir
yürütür; onların karakter ve niyet analizini yaparak bu konuda dikkat çekici
bilgiler verir.
İbn
Haldun’un bahsettiği bu olgu durumuna dair Peygamberler dışında da tarihte ve
bahusus İslam tarihinde de asabiye/kavim/millet ile dini davetin buluştuğu bazı
misalleri görüyoruz. İlk olarak buna, İbn Haldun’un da kendilerinden bahsettiği,
Fatımîlerin örnek oluşturduğu kanaatindeyiz: “İsmâilî dâîlerinden İbn Havşeb
Yemen’de İsmâilîliğin temellerini atmayı başardığı gibi dâî Ebû Abdullah
eş-Şiî’yi de Kuzey Afrika’ya gönderdi. Ebû Abdullah, Berberî Kutâme kabilesinin desteğini sağlayarak orada bir İsmâilî
üssü kurmaya muvaffak oldu. İmam
Ubeydullah el-Mehdî Abbâsîler’in kontrolünden kurtulmak için ya Yemen’e veya
Kuzey Afrika’ya gidecekti. Mehdî önce Remle’ye, oradan da Mısır’a gitti
(291/903). Mısır’da Abbâsî valisinin kendi yüzünden sıkıntı çektiğini
hissettiği için oradan ayrılmaya karar verdi. Beraberindekiler Yemen’e
gideceğini sandılar, ancak Mehdî Kuzey Afrika’ya yöneldi.
Ebû
Abdullah eş-Şiî buradaki Ağlebî hâkimiyetini yıkmak üzereydi ve bu durum
Mehdî’nin arzularına uygun düşüyordu. Mehdî Abbâsîler’den uzak durmak istiyor
ve uygun olmayan bir zamanda onlarla çatışmayı arzu etmiyordu. Ancak Mehdî
İfrîkıye’deki dâîleri ile doğrudan irtibat sağlayamadı. Bunun üzerine
Sicilmâse’ye yöneldi, fakat orada şehrin emîri tarafından yakalanıp hapsedildi.
Bu sırada Ebû Abdullah, Ağlebîler’in başşehri Rakkāde’yi ele geçirip son
emîrleri olan Ziyâdetullah’ı şehirden çıkarmayı başardı (296/909). (Eymen
Fuad Seyyid, Fatimiler, c. 12, İst., 1995, s.229)” Kutameliler üzerinde etkili
olan Şii davetinin Fatımilerin ortaya çıkışına etkisi Şia’nın bir kabile
asabiyesine tesiri noktasında misaldir diye
düşünüyoruz ki meselenin bu bakış açısı ile bugüne kadar değerlendirildiğini
sanmıyoruz.
Konunun
daha da somut diğer bir örneği ise Osmanlılar devrinde Vehhablik-Suud
ilişkisinde görüldü. “Muhammed b. Abdulvehab 1745’te Suûd ailesinin
hâkimiyetindeki Dir‘iye’ye gitti. Hureymilâ ve Uyeyne’de bulamadığı siyasî
himayeye Dir‘iye emîri Muhammed b. Suûd’un yanında kavuşması İbn Abdülvehhâb
için önemli bir gelişme oldu. Bu ikisi arasında yapıldığı iddia edilen bir
antlaşmaya göre Suûdî emîri, şeyhin Suûdî hâkimiyetini desteklemesi taahhüdü
karşılığında Vehhâbî davasını yayma hususunda her türlü yardımı yapmaya söz
verdi. Böylece İbn Abdülvehhâb
fikirlerini yayabilmek için ihtiyaç duyduğu siyasî desteğe, İbn Suûd da siyasî
hâkimiyet alanını genişletebilmek için güçlü bir dinî şahsiyete kavuşmuş
oluyordu.(Dini davet
asabiyete dayanmadan gerçekleşmez)(Mehmet Ali
Büyükkara, Vehhabilik, DİA, c. 42, İst. 2012, s. 611.) Suudi Arabistan Osmanlı’nın enkazı arasında
teşekkül eder. Burada mevzu bahis ettiğimiz konunun Vehhabiler konusunda öncüsü
Ahmed Cevdet Paşa’dır. Ahmet Cevdet Paşa, Vehhâbîliğin yayılışını; temellerini
‘kan bağı, intisap ve dini heyecan’ın oluşturduğu, İbn Haldun'un ‘asabiyye’si
üzerine oturtarak açıklar: (bn Haldun, 1998: I, 485- 489; Tarih-i Cevdet, 1309:
I,261-265,272-276,313-320;II,302-305). “Zu‘munca bid‘at zanneyledii ‘amâli
ibtâl dâ‘iyeleriyle“ “Muhammed b. Abdülvehhâb nâm kimesne
hudud-u Şer‘iyyeyi tecavüz ile dalâl ve bid‘at yoluna saparak başına
biriktirmekte olduğu bir takım eşkıya ile“ [hurûc
etmiştir.] “Mücerred mübâhese-i ameliyye dâiyesinde“ olarak [hareket eden]
“Merkûm ashab-ı asabiyetten harb u darbe kadir bir kabile reisi değil ki hatta
hurûc-ı dâiyelerini icrâya muktedir ola“. “İş bu Muhammed b.
Abdülvehhâb, Şeyh-i Necdî dedikleri mel‘undur ki ibda‘ ettiği mu‘tekadât-ı
bâtılaya ittiba‘ edenlere Vehhâbî deniliyor. Şeyh-i merkum
fi'l-vaki‘ ‘asabiyyet ashâbından değil idi. Lâkin ol-havâlîde köyden köye
gezerek birtakım mu‘tekedât-ı fâside ile nice ‘urbânı ıdlâl edip husûsiyle
Dir‘iyye ahâlîsini bütün bütün kendine tâbi kılarak, çünkü sâhib-i hurûclukda
‘asabiyyet şart olduundan ve kendisinde ‘asabiyet olmadığından kendi mezheb-i
bâtılını neşr ü işâ‘a zımnında Dir‘iyye Şeyhi Muhammed b. Suûd'u
tergîb ü irâ edip ol dâhi bu sûretle hurûc ederek sonraları pek büyük cem‘iyyet
peydâ eyleyip Cezîretü'l-Arab'da ve Harameyn-i Muhteremeyn'de etmedikleri
fenâlıklar kalmamıştır“. “Dir‘iyye Şeyhi Muhammed b. Suud'u
önüne katıp onun eliyle bir cem‘iyyet-i kaviyye teşkil etmişdi. Fakat bu
cem‘iyyet gereği gibi teessüs edinceye dek devletce üzerlerine bir hareket
vukuundan ihtirâzan Devlet-i Aliyye'nin dikkat-i nazarını celbedecek hareketten
bir müddetcik daha ictinab ile tesettür halinde bulunmak isterdi. Ol vakit
me'murîn-i Devlet-i Aliyyenin dahî bu misillû husûsât-ı politikıyyede gafletleri ber-kemâl
olduundan, Vehhâbîlerin hedef ve makasıdı ne olduğunu tafattun edememişler
idi“. (Tarih-i Cevdet, 1309: VI,121; II,72, 74; VI,123; II,73; VII,182-193).
İbn Haldun’un bahsettiği mesele sanıyoruz bu iki misal ile somutlaşmış oluyor. Hülasa
insanın milli kimliği ile dini kimliğini çatışık gören yaklaşımın olgu olarak
isabetsizliği konusunu bura üzerinden düşünmek gerekmez mi?
Milliyetsiz Din Dinsiz Millet Olur mu?
İbn Haldun dini söylem
ile yola çıkanların neden milli kimlikleri suiistimal ettiği yahut ona dayanırken
bile milleti inkâr ile topluluğu iğfal ettiği konusunu da açıklar. Bu bakımdan
din kavramının olduğu yerde istinat edilen milli kimliklerin olacağını, bunun
bir adetullah olduğunu bize anlatan İbn Haldun öncelikle din-milliyet
meselesine dair önemli bir meseleyi netleştirir. Aslında bu dinin doğası gereği
Allahın var ettiğini söylediği erkek-kadın ve kabile-millet olgusu üzerinden
takvalı bir ahlak toplumu oluşturduğu gerçeğini de, bize göre, temellendirir.
Modern zamanlarda milletsiz din yahut dinsiz millet yaklaşımlarının gözden
geçirilmesi gereği burada aşikâr olur. “Şu
halde, asabiyetten kopmuş olduğu için yalnız bir halde bulunan bir kimse (dinî
ıslahat için) böyle bir yol tutsa, bu yolsa haklı da olsa, kendisini helak ve
felaket uçurumuna yuvarlamış olur. Şayet
böyle bir yolu tutan kişinin hali bir de (siyasi) riyaset talep etme hususu ile
karışık (ve samimiyeti şüpheli bir istismarcı) olursa bu takdirde, önüne bir
çok engellerin çıkması ve yolunu bir çok felaketlerin kesmesi çok tabiidir.
Zira Allah’a ait bir husus, onun rızası ve yardımı bulunmadan, onun için ihlâsla
çalışma ve Müslümanlara karşı samimi olma hali olmaksızın tamamlanmaz, başarıya
ulaşmaz. Hiçbir Müslüman bu hususta şüphe etmez, basiret sahibi hiçbir şahıs bu
konuda tereddüde düşmez, (İbn Haldun, Mukaddime, s. 380).” Türklerin
İslam’a kabulleri meselesine bir de buradan bakarsak dini davet ve asabiye
ilişkisi noktasında bazı yorumların da gözden geçirilmesi gerektiği aşikârdır.
Yahut din adına yola çıkanların bir milli kimliğe dayanarak bir yere varacağına
dair gerçeğin Türkler tarafından anlaşılarak hayatlarında çok değerli yere
koydukları din adına suiistimal edilmemek ve iktidar muhterislerine aldanmamak
noktasında bu meseleyi dikkatle düşünmeleri faydalıdır, diye düşünüyoruz.
Din Davetinin İktidar Muhterisi
Mehdileri
İbn Haldun meseleyi ele
alırken iktidar muhterisi mehdilerin halini ortaya koyarak modern yaramıza
gerilerden neşter atar: “…Birçok
vesveseli kişiler, siyasi başkanlık elde etme kuruntusu ve tutkusu içinde
yaşayanlar, bu hareket hattını takip ettiler, kendilerini hakkı ayakta tutma
mevkiinde gördüler, hakkı hâkim kılmak için asabiyete muhtaç olduklarını
anlamadılar, giriştikleri işin akıbetinin ve içinde bulundukları ahvalin
neticesinin ne olacağının farkına varamadılar. Bunların işleri hakkında ihtiyaç
duyulan şey, üçtür: Eğer deli iseler tedavi edilmelidirler, şayet kargaşaya
meydana getirmek için böyle davranıyorlarsa, darb ve katl ile tenkil edilmeli
ve başları ezilmelidir. Veya maskaralıklarını ortaya koymalı ve kendilerini de
soytarılardan saymalıdır. Bunlardan
bazıları Muntazar Fatımî’ye (ve Mehdi’ye) mensubiyet iddia ederler; ya bizzat o
olduğun u söyler veya onun davetçisi olduğunu iddia eder. Bununla beraber
Fatımî’nin (ve Mehdî’nin) be iş yapacağı ve kim olduğu hakkında da hiçbir
bilgiye sahip değildir, Mukaddime, s. 381.” Mehdilerle dolu dünyamıza ne efsunkâr
ama anlaşılmayan bir uyarı! İbn Haldun’un bu bakışını değerlendiremeyen
Müslüman milletler mehdilik iddiası ile iktidar kovalayan tiplerin peşinde
neler kaybetti, kaybediyor. İbn Haldun’a göre bu tipler ya delidir, ya fitneci
yahut da maskaradırlar. Bu soytarıların kurgusu eski bir oyun ise modern
zamanlarda buna bir de harici tesirlerin eklenmesi ile Müslüman milletler
yozlaşma ve yabancılaşma içerisinde birlik, bilgi ve bağımsızlıklarını kaybettiler.
Bu konudaki olguya bakışta ve olayları doğru değerlendirme noktasında İbn
Haldun zaviyesinin önemli olduğunu düşünüyoruz. İbn Haldun devam ile bu tipleri
analize devam ile içlerindeki materyalist/seküler ve belki de putperest
(Allahualem) yapıyı şöyle ortaya koyar. Bunların din iddiasının arkasındaki
esas saiki tespit eder: “Böyle bir yol ve
usûl takip çoğunu, ya vesveseli (muhteris)
veya deli veya durumu karışık sahtekâr görürsünüz. Bunlar böyle bir davetle siyasi bir başkanlık elde etmek sevdasındadırlar,
içleri riyaset hırsı ile doludur, tabiî yoldan ona ulaşmaktan da aciz
kalmışlardır. Bu gibi sebep ve vasıtaların, bu konuda ümit ettikleri maksada
kendilerini ulaştırabileceğini zannetmektedirler. Bu uğurda başlarına gelecek
felaketleri hesaba katmamaktadırlar. Mukaddime, s. 381-382.” Arife tarif
gerekmezmiş tanıdık geldi mi bu satırlardaki muhteva ve tipoloji! İktidar hırsı
ile dolu muhterislerin durumları sahiden karışık değil mi? Kurguları ise
nereden mülhem Allahualem!
İbn Haldun bu yolda
gerçek bir niyet ve düşünce ile hareket edenlerin asabiyete/milli
kimlik/dayanışma var eden birlik duygusuna dayanmadan yahut onu modern
zamanlarda olduğu üzere yok sayarak, itibar etmekten gafil kalarak maksatlarına
ulaşamamaları yanında bir de sahtekâr takımı olduğuna işaretle bu iktidar
muhterislerinin ise elleriyle kazdıkları çukura düşeceklerini söyler. Din saiki
ile varoluşumuzun sair yönlerini ihmal etmeden ve muhteris iktidar
sevdalılarına aldanmadan kurgudan geleceğe yürümek yolunda İbn Haldun’un
sunulmaya çalışılan görüşlerinin değerlendirilmesi fevkalade önemlidir. Değilse
anlamadıklarımızın dersini hayattan almaya devam… Vesselam