29 Aralık 2020

İbn Haldun Din-Milliyet ve Sahte Mehdiler

İbn Haldun Mukaddimesinin bir yerinde, dini davet asabiyete dayanmadan gerçekleşmez, şeklinde bir kabulle aşiretlere ve asabiyelere dayanarak, Allah’a davette, peygamberlerin hali böyleydi, yani bir asabe üzerinden/ssoyolojik bir kültürel kimliğe dini daveti ulaştırdılar, diyerek iddiasını temellendirir. Bu tabi daha sonra diğer milletlere de yayılmıştır misal Türkler arasında da bu yeni din kabul görmüştü. Ama bu durum dini bir millete özgüleştirmediği gibi milleti de din içerisinde yok eden bir keyfiyet değildir ki tarihi tecrübe de buna şahittir. Etkilenmeler, alış verişler ise kültürler arasında olduğu gibi din vesilesi ile de bu manada olagelmiştir. Burada vurguladığımız şey aralarında bir karşıtlık yahut dinin doğasından kaynaklanan bir red etme durumunun olmadığı hususudur.

İbn Haldun, Allah’ın peygamberlerini teyit ettiğini bunun yanında ise her şeyi bir âdete göre icra ettiğini söyleyerek bu konudaki düşüncesini kendi yönetimi içinde izah eder (İbn Haldun, Mukaddime, Ter. Süleyman Uludağ, s. 379). Ona göre bu durum, umranda vaki bir haldir. Yani dini davet asabiyeye dayanmaksızın bir neticeye varamaz, sonucuna ulaşır. Bir de İbn Haldun bu meseleyi ele alırken, bu yolda hareket ettiğini yani dini davette bulunduğunu iddia eden din şarlatanlarına karşı da fikir yürütür; onların karakter ve niyet analizini yaparak bu konuda dikkat çekici bilgiler verir.

İbn Haldun’un bahsettiği bu olgu durumuna dair Peygamberler dışında da tarihte ve bahusus İslam tarihinde de asabiye/kavim/millet ile dini davetin buluştuğu bazı misalleri görüyoruz. İlk olarak buna, İbn Haldun’un da kendilerinden bahsettiği, Fatımîlerin örnek oluşturduğu kanaatindeyiz: “İsmâilî dâîlerinden İbn Havşeb Yemen’de İsmâilîliğin temellerini atmayı başardığı gibi dâî Ebû Abdullah eş-Şiî’yi de Kuzey Afrika’ya gönderdi. Ebû Abdullah, Berberî Kutâme kabilesinin desteğini sağlayarak orada bir İsmâilî üssü kurmaya muvaffak oldu. İmam Ubeydullah el-Mehdî Abbâsîler’in kontrolünden kurtulmak için ya Yemen’e veya Kuzey Afrika’ya gidecekti. Mehdî önce Remle’ye, oradan da Mısır’a gitti (291/903). Mısır’da Abbâsî valisinin kendi yüzünden sıkıntı çektiğini hissettiği için oradan ayrılmaya karar verdi. Beraberindekiler Yemen’e gideceğini sandılar, ancak Mehdî Kuzey Afrika’ya yöneldi.

Ebû Abdullah eş-Şiî buradaki Ağlebî hâkimiyetini yıkmak üzereydi ve bu durum Mehdî’nin arzularına uygun düşüyordu. Mehdî Abbâsîler’den uzak durmak istiyor ve uygun olmayan bir zamanda onlarla çatışmayı arzu etmiyordu. Ancak Mehdî İfrîkıye’deki dâîleri ile doğrudan irtibat sağlayamadı. Bunun üzerine Sicilmâse’ye yöneldi, fakat orada şehrin emîri tarafından yakalanıp hapsedildi. Bu sırada Ebû Abdullah, Ağlebîler’in başşehri Rakkāde’yi ele geçirip son emîrleri olan Ziyâdetullah’ı şehirden çıkarmayı başardı (296/909). (Eymen Fuad Seyyid, Fatimiler, c. 12, İst., 1995, s.229)” Kutameliler üzerinde etkili olan Şii davetinin Fatımilerin ortaya çıkışına etkisi Şia’nın bir kabile asabiyesine tesiri noktasında misaldir  diye düşünüyoruz ki meselenin bu bakış açısı ile bugüne kadar değerlendirildiğini sanmıyoruz.

Konunun daha da somut diğer bir örneği ise Osmanlılar devrinde Vehhablik-Suud ilişkisinde görüldü. “Muhammed b. Abdulvehab 1745’te Suûd ailesinin hâkimiyetindeki Dir‘iye’ye gitti. Hureymilâ ve Uyeyne’de bulamadığı siyasî himayeye Dir‘iye emîri Muhammed b. Suûd’un yanında kavuşması İbn Abdülvehhâb için önemli bir gelişme oldu. Bu ikisi arasında yapıldığı iddia edilen bir antlaşmaya göre Suûdî emîri, şeyhin Suûdî hâkimiyetini desteklemesi taahhüdü karşılığında Vehhâbî davasını yayma hususunda her türlü yardımı yapmaya söz verdi. Böylece İbn Abdülvehhâb fikirlerini yayabilmek için ihtiyaç duyduğu siyasî desteğe, İbn Suûd da siyasî hâkimiyet alanını genişletebilmek için güçlü bir dinî şahsiyete kavuşmuş oluyordu.(Dini davet asabiyete dayanmadan gerçekleşmez)(Mehmet Ali Büyükkara, Vehhabilik, DİA, c. 42, İst. 2012, s. 611.)  Suudi Arabistan Osmanlı’nın enkazı arasında teşekkül eder. Burada mevzu bahis ettiğimiz konunun Vehhabiler konusunda öncüsü Ahmed Cevdet Paşa’dır. Ahmet Cevdet Paşa, Vehhâbîliğin yayılışını; temellerini ‘kan bağı, intisap ve dini heyecan’ın oluşturduğu, İbn Haldun'un ‘asabiyye’si üzerine oturtarak açıklar: (bn Haldun, 1998: I, 485- 489; Tarih-i Cevdet, 1309: I,261-265,272-276,313-320;II,302-305). “Zu‘munca bid‘at zanneyledii ‘amâli ibtâl dâ‘iyeleriyle“ “Muhammed b. Abdülvehhâb nâm kimesne hudud-u Şer‘iyyeyi tecavüz ile dalâl ve bid‘at yoluna saparak başına biriktirmekte olduğu bir takım eşkıya ile“ [hurûc etmiştir.] “Mücerred mübâhese-i ameliyye dâiyesinde“ olarak [hareket eden] “Merkûm ashab-ı asabiyetten harb u darbe kadir bir kabile reisi değil ki hatta hurûc-ı dâiyelerini icrâya muktedir ola“. “İş bu Muhammed b. Abdülvehhâb, Şeyh-i Necdî dedikleri mel‘undur ki ibda‘ ettiği mu‘tekadât-ı bâtılaya ittiba‘ edenlere Vehhâbî deniliyor. Şeyh-i merkum fi'l-vaki‘ ‘asabiyyet ashâbından değil idi. Lâkin ol-havâlîde köyden köye gezerek birtakım mu‘tekedât-ı fâside ile nice ‘urbânı ıdlâl edip husûsiyle Dir‘iyye ahâlîsini bütün bütün kendine tâbi kılarak, çünkü sâhib-i hurûclukda ‘asabiyyet şart olduundan ve kendisinde ‘asabiyet olmadığından kendi mezheb-i bâtılını neşr ü işâ‘a zımnında Dir‘iyye Şeyhi Muhammed b. Suûd'u tergîb ü irâ edip ol dâhi bu sûretle hurûc ederek sonraları pek büyük cem‘iyyet peydâ eyleyip Cezîretü'l-Arab'da ve Harameyn-i Muhteremeyn'de etmedikleri fenâlıklar kalmamıştır“. “Dir‘iyye Şeyhi Muhammed b. Suud'u önüne katıp onun eliyle bir cem‘iyyet-i kaviyye teşkil etmişdi. Fakat bu cem‘iyyet gereği gibi teessüs edinceye dek devletce üzerlerine bir hareket vukuundan ihtirâzan Devlet-i Aliyye'nin dikkat-i nazarını celbedecek hareketten bir müddetcik daha ictinab ile tesettür halinde bulunmak isterdi. Ol vakit me'murîn-i Devlet-i Aliyyenin dahî bu misillû husûsât-ı politikıyyede gafletleri ber-kemâl olduundan, Vehhâbîlerin hedef ve makasıdı ne olduğunu tafattun edememişler idi“. (Tarih-i Cevdet, 1309: VI,121; II,72, 74; VI,123; II,73; VII,182-193). İbn Haldun’un bahsettiği mesele sanıyoruz bu iki misal ile somutlaşmış oluyor. Hülasa insanın milli kimliği ile dini kimliğini çatışık gören yaklaşımın olgu olarak isabetsizliği konusunu bura üzerinden düşünmek gerekmez mi?

Milliyetsiz Din Dinsiz Millet Olur mu?

İbn Haldun dini söylem ile yola çıkanların neden milli kimlikleri suiistimal ettiği yahut ona dayanırken bile milleti inkâr ile topluluğu iğfal ettiği konusunu da açıklar. Bu bakımdan din kavramının olduğu yerde istinat edilen milli kimliklerin olacağını, bunun bir adetullah olduğunu bize anlatan İbn Haldun öncelikle din-milliyet meselesine dair önemli bir meseleyi netleştirir. Aslında bu dinin doğası gereği Allahın var ettiğini söylediği erkek-kadın ve kabile-millet olgusu üzerinden takvalı bir ahlak toplumu oluşturduğu gerçeğini de, bize göre, temellendirir. Modern zamanlarda milletsiz din yahut dinsiz millet yaklaşımlarının gözden geçirilmesi gereği burada aşikâr olur. “Şu halde, asabiyetten kopmuş olduğu için yalnız bir halde bulunan bir kimse (dinî ıslahat için) böyle bir yol tutsa, bu yolsa haklı da olsa, kendisini helak ve felaket uçurumuna yuvarlamış olur. Şayet böyle bir yolu tutan kişinin hali bir de (siyasi) riyaset talep etme hususu ile karışık (ve samimiyeti şüpheli bir istismarcı) olursa bu takdirde, önüne bir çok engellerin çıkması ve yolunu bir çok felaketlerin kesmesi çok tabiidir. Zira Allah’a ait bir husus, onun rızası ve yardımı bulunmadan, onun için ihlâsla çalışma ve Müslümanlara karşı samimi olma hali olmaksızın tamamlanmaz, başarıya ulaşmaz. Hiçbir Müslüman bu hususta şüphe etmez, basiret sahibi hiçbir şahıs bu konuda tereddüde düşmez, (İbn Haldun, Mukaddime, s. 380).” Türklerin İslam’a kabulleri meselesine bir de buradan bakarsak dini davet ve asabiye ilişkisi noktasında bazı yorumların da gözden geçirilmesi gerektiği aşikârdır. Yahut din adına yola çıkanların bir milli kimliğe dayanarak bir yere varacağına dair gerçeğin Türkler tarafından anlaşılarak hayatlarında çok değerli yere koydukları din adına suiistimal edilmemek ve iktidar muhterislerine aldanmamak noktasında bu meseleyi dikkatle düşünmeleri faydalıdır, diye düşünüyoruz.

Din Davetinin İktidar Muhterisi Mehdileri

İbn Haldun meseleyi ele alırken iktidar muhterisi mehdilerin halini ortaya koyarak modern yaramıza gerilerden neşter atar: “…Birçok vesveseli kişiler, siyasi başkanlık elde etme kuruntusu ve tutkusu içinde yaşayanlar, bu hareket hattını takip ettiler, kendilerini hakkı ayakta tutma mevkiinde gördüler, hakkı hâkim kılmak için asabiyete muhtaç olduklarını anlamadılar, giriştikleri işin akıbetinin ve içinde bulundukları ahvalin neticesinin ne olacağının farkına varamadılar. Bunların işleri hakkında ihtiyaç duyulan şey, üçtür: Eğer deli iseler tedavi edilmelidirler, şayet kargaşaya meydana getirmek için böyle davranıyorlarsa, darb ve katl ile tenkil edilmeli ve başları ezilmelidir. Veya maskaralıklarını ortaya koymalı ve kendilerini de soytarılardan saymalıdır. Bunlardan bazıları Muntazar Fatımî’ye (ve Mehdi’ye) mensubiyet iddia ederler; ya bizzat o olduğun u söyler veya onun davetçisi olduğunu iddia eder. Bununla beraber Fatımî’nin (ve Mehdî’nin) be iş yapacağı ve kim olduğu hakkında da hiçbir bilgiye sahip değildir, Mukaddime, s. 381.” Mehdilerle dolu dünyamıza ne efsunkâr ama anlaşılmayan bir uyarı! İbn Haldun’un bu bakışını değerlendiremeyen Müslüman milletler mehdilik iddiası ile iktidar kovalayan tiplerin peşinde neler kaybetti, kaybediyor. İbn Haldun’a göre bu tipler ya delidir, ya fitneci yahut da maskaradırlar. Bu soytarıların kurgusu eski bir oyun ise modern zamanlarda buna bir de harici tesirlerin eklenmesi ile Müslüman milletler yozlaşma ve yabancılaşma içerisinde birlik, bilgi ve bağımsızlıklarını kaybettiler. Bu konudaki olguya bakışta ve olayları doğru değerlendirme noktasında İbn Haldun zaviyesinin önemli olduğunu düşünüyoruz. İbn Haldun devam ile bu tipleri analize devam ile içlerindeki materyalist/seküler ve belki de putperest (Allahualem) yapıyı şöyle ortaya koyar. Bunların din iddiasının arkasındaki esas saiki tespit eder: “Böyle bir yol ve usûl takip çoğunu, ya vesveseli (muhteris) veya deli veya durumu karışık sahtekâr görürsünüz. Bunlar böyle bir davetle siyasi bir başkanlık elde etmek sevdasındadırlar, içleri riyaset hırsı ile doludur, tabiî yoldan ona ulaşmaktan da aciz kalmışlardır. Bu gibi sebep ve vasıtaların, bu konuda ümit ettikleri maksada kendilerini ulaştırabileceğini zannetmektedirler. Bu uğurda başlarına gelecek felaketleri hesaba katmamaktadırlar. Mukaddime, s. 381-382.” Arife tarif gerekmezmiş tanıdık geldi mi bu satırlardaki muhteva ve tipoloji! İktidar hırsı ile dolu muhterislerin durumları sahiden karışık değil mi? Kurguları ise nereden mülhem Allahualem!

İbn Haldun bu yolda gerçek bir niyet ve düşünce ile hareket edenlerin asabiyete/milli kimlik/dayanışma var eden birlik duygusuna dayanmadan yahut onu modern zamanlarda olduğu üzere yok sayarak, itibar etmekten gafil kalarak maksatlarına ulaşamamaları yanında bir de sahtekâr takımı olduğuna işaretle bu iktidar muhterislerinin ise elleriyle kazdıkları çukura düşeceklerini söyler. Din saiki ile varoluşumuzun sair yönlerini ihmal etmeden ve muhteris iktidar sevdalılarına aldanmadan kurgudan geleceğe yürümek yolunda İbn Haldun’un sunulmaya çalışılan görüşlerinin değerlendirilmesi fevkalade önemlidir. Değilse anlamadıklarımızın dersini hayattan almaya devam… Vesselam