VF kat sol
VF kat sağ

11 Nisan 2019

İlimsiz Mârifet Muhaldir, Mârifet’e Götürmeyen İlim Vebaldir!

İnsanoğlu; hep kendisini, çevresini ve yaşadığı hayatı anlama ve anlamlandırma çabası içinde olmuştur. Çünkü anlama ve anlamlandırma merakı, insanın fıtratında var olan bir duygudur. İnsan için; sevme, sevilme, ilgi görme ve takdir edilme duyguları ne kadar gerekli ve önemliyse, hayatı anlama ve anlamlandırma da onun için o kadar mühimdir ve tatmin edilmesi gerekir. Çünkü hayatın anlamını kavramak, yani; “ben kimim, nereden geldim, nereye gidiyorum, beni buraya kim gönderdi, yaşadığım hayat neyin nesidir”, sorularının cevabını arayıp bulmak, insan olabilmenin adeta başlangıç noktasıdır. Bu konularla ilgilenmeyen ve bu gibi sorulara cevap bulmaya çalışmayan kişi, normal bir insan sayılamaz.

Dolayısıyla burada yani hayatı anlama ve anlamlandırma noktasında yapılacak bir hata, koca bir ömrü heba etmeye yeter. Çünkü ömür dediğin şey, bizden istenildiği gibi insan olabilme mücadelesidir. İnsanlığın dünya sahnesindeki temel rolü de bu değil mi?

Hayatı anlamanın ve anlamlandırmanın ihmal edildiği zamanlar, insanlık tarihindeki en sıkıntılı dönemler olmuştur. Bunun için diğer peygamberler gibi, Efendimiz sallallahü aleyhi ve sellem da hep; hayatın anlamını, amacını ve iyi bir insan olmanın yollarını anlatmıştır.

Bilindiği gibi hayata anlam katan, Allahü Teâlâdır. Zira bizi de, kâinatı da ve kâinatta yaşanan hayatı da yaratan ve idare eden O'dur. Öyleyse iyi bir insan olmak istiyorsak, öncelikle Mevlamızı doğru bir şekilde tanımalıyız. İslam âlimleri, bu konuyu; ‘marifet' tabiri ile ifade etmişlerdir. Zira bu manadaki mârifet', Allahü Teâlâyı; bilmek, anlamak ve tanımak, demektir. Yaradanımız celle celalüh, kendisini tanımamızı emrediyor. Âyet-i kerimede buyuruldu ki:

“Ben, cinleri ve insanları ancak ve ancak Bana ibadet etsinler, diye yarattım.” (Zariyat 56) Bu âyet-i kerimede geçen “ibadet etsinler” ifadesi, “beni tanısınlar” şeklinde yorumlanmıştır. Çünkü ibadet; ibadet edilenin ‘marifet'ine yani bilinmesine bağlıdır. Bilinmeyene ibadet edilemez. Dolayısıyla önce ‘mârifet' gerekir. Faraza ‘marifet' olmadan ibadet yapılsa da pek bir anlamı olmaz.

Konu ile alakalı iki âyet-i kerime daha: “Allah'ın, kalbini İslâm'a açtığı bir kimse, Rabbinden bir ‘nur' üzere olmaz mı?” (Zümer 22) ve “Ey iman edenler! Eğer Allah'a karşı takvâ sahibi olursanız O, size bir ‘furkan' verir.” (Enfal 29) İşte bu âyet-i kerimelerdeki ‘nur' ve ‘furkan' kelimeleri; ‘mârifet'e işarettir. Bir de: “Onlar Allah'ı takdir edemediler,” (Enam 91) âyet-i kerimesi vardır.  Buradaki “takdir edemediler” ifadesi de, “tam olarak tanıyamadılar”, demektir.

İslam âlimleri, ‘mârifet'; Allahü Teâlânın yüce Zatı'nın bilinmeyeceğini, bilmektir,” demişlerdir. Zünnûn-ı Mısrî hazretleri de, “Allahü Teâlânın yüce Zâtı hakkında tefekkür etmek cehalettir ve  de ‘mârifet'in hakikati hayrettir”, demiştir.

Binaenaleyh ‘mârifet', Mevlâ'mızın; -yüce Zatı değil- sıfatları, isimleri ve fiilleri hakkındaki bilgidir. Peki bu bilgiyi nasıl elde edeceğiz? Elbette ki ilimle. Çünkü âlimler; ilimsiz ‘mârifet' muhaldir, insanı ‘mârifet'e götürmeyen ilim de vebaldir, demişlerdir.

Bu ilim, Kuran-ı kerimde mevcuttur. Öyleyse Rabbimizin sıfatları, isimleri ve fiilleri hakkındaki bilgiyi, kendi Kelâm-ı kadîmindan öğreneceğiz. Âyet-i kerimede buyuruldu ki: “O'nun hak olduğunu anlayıncaya kadar âyetlerimizi onlara hem ufuklarda hem de kendi nefislerinde göstereceğiz. Rabbinin herşeye şâhid olması yetmez mi?” (Fussılet 53) Buradaki ‘âfak' yani ufuklardan maksat, insan'ın dışındaki kâinattır. ‘Enfüs' yani nefislerden gaye de; küçük kâinat olan insandır. Demek ki biz, Rabbimizin sıfatlarını, isimlerini ve fiillerini tanımak için, hem dış dünyadaki delilleri hem de kendi vücudumuzdaki delilleri tefekkür edip düşüneceğiz.

Bunun için âlimler: “Kişinin, Allahü Teâlâyı tanıması, kendi nefsini tanımasına bağlıdır ve nefsini tanıyan, Rabbini de tanır,” demişlerdir. Peki insan nefsini nasıl tanıyacak? Şöyle ki; -başta hayat olmak üzere- sahip olduğu maddî ve manevî bütün imkânlara dikkatlice bakacak ve diyecek ki: Yaşayabilmem için gerekli olan ruhum ve vücudum kimin eseridir? Sahip olduğum solunum, sindirim, dolaşım, boşaltım ve benzeri muazzam sitemler kendi kendine mi varoldu? Yine rahat yaşayabilmem için lazım olan; el ayak, dil, göz, kulak ve benzeri cihazları kim vücuduma monte etti? Sonra insafa gelip diyecek ki; ben, kendi irademle bu dünyaya gelmedim; ruhumu ve bedenimi ben yaratmadım; vücudumdaki hiçbir sistem veya organın varoluşunda bir dahlim yok. Hele hele hayat kaynağım olan rûhum hakkında hiçbir fikrim yok; görmedim bile! Daha enteresanı ise, tıp ve bilim; daha ruh ve bedenimin sır perdesini tam olarak aralayabilmiş değildir.

Sonra diyecek ki; peki içinde yaşadığım kâinatı ve küçük kâinat sayılan bu muazzam insanı kim yarattı? İşte tam bu noktada şayet aklını ve insafını çalıştırırsa; “bütün bunları yaratan, donatan ve idare eden bir sonsuz kudret sâhibi vardır,” demek zorunda kalacaktır. Sonra da itiraf edip diyecek ki, “O sonsuz kudret sâhibi yüce Zat, Allahü Teâlâdır.” Bu merhaleden sonra artık Mevlasını iyice tanımak ve kendisinden ne istediğini öğrenmek için O'nun vahy-i İlâhîsine ve yüce Kelamına başvuracaktır. İşte; “nefsini tanıyan, Rabbini de tanır,” sözünün manası kısaca böyledir.