26 Ocak 2021

​Öyle halsizim ki hiç sorma

İnsanın içi bazen buz tutar. Hâline dokunmaya kendisi bile mecalsiz kalır. O zamanlarda Anadolumun, Türkiyemin savaştan dönen gazileri gibi mağrur ama yorgundur içimizdeki yollar. Ağaçlarla konuşur, dağlarla söyleşir, göllere ağlar insan, coğrafyanın hatıralarında hafızamız bizi vatana taşırken gökyüzünün mavisi bile buz yağdırır o yangında. Bu toprakların çocuğu olmak bir tarihin, irfanın evladı olmaktır; kifayetsiz muhteris ne maskesi taksa derman değil; yozlaşan aklı ve vicdanı gibi vatanı da coğrafyaya dönüştürür ve varlığımızı madun kılmanın yollarında şehrayinler düzenler.

İşte o zaman halden anlayan ve hâle gök olan kimse, yaren hayata yol olur. Bu toprakların çocuğu olmanın metafiziği tarihin yani babasının ve toprağın yani anasının mayasına layık olmakla, liyakatla mümkündür. Kavramı anlamlı kılan lafzı değil amel ile mamur olan mefhumudur. Toprak üzerindekini ayırt etmez ama vefalı olanı da terk edemez. Bazen eski medeniyet havzalarını düşünürüm.

Nerede o bütünlük ve süreklilik. Doğa ile hemhal olan mimari. Roma kalıntıları bile modern şehir cesetlerimizden daha hayatta, Hindistan’ın kadim mimarisi o fersudelik içinde bile modern bataklık halindeki şehirlerden daha canlı, Mısır’ın o kalıntıları bile modern Kahire’den daha renkli, Kahire’nin Memlûk yüzü olan mezarlık yeni şehirden daha çok hayatta, Selçuklu ve Osmanlı’nın siluetleri bile gök delen betonlardan daha gerçek. İnsan medeniyete liyakatini yitirdikçe kendi kıyametine mi yürüyor?

Toprak vatan oldukça insan bir olur mekânla. İşte insan ve vatan manasıyla birleşir burada, muvahhid olmak nedir ki? Şair(Cahit Külebi) ne güzel demiş; Sen halimden anlarsın, Sabahlara kadar oturup konuşalım. Kimse duymasın, Mavi bir gökyüzümüz olsun kanatlarımız Dokunarak uçalım. İnsanlardan buz gibi soğudum, işte yalnız sen varsın Öyle halsizim ki hiç sorma Anlarsın. İnsan neden buz gibi soğur insanlardan da bozkırın ayazı vurur gönlüne. Hâlden anlayandır Anadolu çocuğu, Türk insanı, mavi gökyüzüdür mazluma, halsize hâl olur ve anlar. Hâlimiz kalmadı mı hâlden anlayacak yoksa vicdanımız mı bozkıra döndü. Onun bile yeşerme imkânı var. Bu mefhumu hasetleri, kibri, kini ile kirletene ise haramzade denilmez de nedir? Anası da babası da ondan giriftar. Ya tarih?

Benim doğduğum köyleri Akşamları eşkiyalar basardı. Ben bu yüzden yalnızlığı hiç sevmem Konuş biraz! Benim doğduğum köylerde Şimal rüzgarları eserdi, Ve bu yüzden dudaklarım çatlaktır Öp biraz! Sen Türkiye gibi aydınlık ve güzelsin! Benim doğduğum köyler de güzeldi, Sen de anlat doğduğun yerleri, Anlat biraz! Türkiyemiz, Anadolu can vatanımız hiç eşkıyadan masun kalmadı. Türk’ün son kalesi; gecesi gündüzü eşkıyalarla kirlendi. Gök mavisine hep kan bulaştı. Bu bir köyde hain bir taşeron kurşunu oldu kimi zaman bazen de devasa ordularla ezildi toprak ama o toprağın çocuğu vatanını ve tarihini hiç ezdirmedi.
Değerlerimizi fırlattık birbirimize. Severek büyüyemedik. Saçma hümanizmler sağnağında kirlendik, kozmopolit çıkmazlarda çamura battık. Hâlbuki düşmanına bile sevgi ile saldıran bir saf masum vicdandı o. Hile, hurda, yalan, iftira bilmezdi. Yalnızlık vatanın da çocuğun da hep kaderi oldu. Serdengeçtileri ise hep temiz niyetli idi. Bir ses bir nefes diledi, sazlarında kelamını nefesle âleme söyledi. Çatlak dudaklarının acıtan sözleri ile sevdi âlemi. Aydınlık ve güzel niyetlerdi Türkiye o çocuk için. 
Çıkarlarını düşünmeye bile hicap eden bir neslin ahfadıydı. Eşkıyanın yara beresi olsa da gönlü ve vicdanı hep güneşli idi. İnadına doğru, iyi ve insan idi. Tarihin ve vatanın çocuğu idi, zamana ve coğrafyaya yenilmeden manasının peşinde idi. 
Hayatın değersizleşmesi, değersizlere değer olması en büyük acısı idi. Fedakâr idi, feragat ile yaşardı. Beklememeyi, beklemeden vermeyi, doğru olmayı, olduğu gibi görünmeyi öğrenmişti Yusuf atasından. Ötüken’den Sakarya’ya bir bütün içinde Türkistanlılığın töresi idi yolu. İşte Anadolu’yu Türkiye yapan çocuğun hikâyesi hayatı. 

Vatanın mavi semasının saçları gibi bulutlarında güneşler doğar, rahmetler yağardı. Türküleri vardı. Sazı ile yoldaştı. Ney ve tambur ile bulutlanırdı gökleri. Telleri vatan ve tarih olan sazı vardı. Onun âleme vereceği en “evrensel” metaı yüreği idi. Maddeye yenilen akıllara Kabil gözüyle bakardı. Mukaddeslerini ve imanını çıkara tahvil edip hayatı kirletip sonra da çevreci olmazdı, olamazdı. Muhafaza ettikleri onun için hayattı.

Kocaman bir yürekti. İnsanın insan borcunu Türkistanlılık ruhu ile bilir ve öderdi. Hasetler uğramazdı onun bağına; yüreğini şaraphane sayardı o vakitler. Utanırdı. Toprağı da çocuklarını da mukaddes emanet bilir, onları rezil amaçların biçare kuklası yapmazdı. Güneşli günler, yağmurlu gökler gibiydi. Lakin Anadolu çocuğu, Türkiye’nin evladı olmak öyle lafla sözle olan iş değildi. Güzellemelerle tatmin olmak onun semtine uğramazdı.

Bal bal demekle ağız tatlanmaz bilirdi. Amelini imanına denk kılmak, değerleri kendileştirmemek, hevesini töre edinmemek, ritüelleşen bir kültürü kutsamamak onu yolu idi. Türküleri ile hayata koşar masalları ile hayallerinde dolaşır idi. Yine Cahit Külebi konuşsun artık: Ve saçlar çizelim, bulutlar, Türküler, masallar gibi,Hepsinin üstüne sonra Kocaman bir insan yüreği. Öyle bir yürek ki sevgiyle Arkadaşlıkla, mutlulukla dolsun, İsterse ondan sonra Bütün şairler ölsün…

Hayat, insan kadar çok ve kendisi kadar tekimiz…

Vesselam.